Socialize

FacebookTwitter

Heraklietos, Sokrates ve Platon’dan sonra, Aristoles in gözden düşürdüğü eytişimi kullanan ilk düşünür, Fichte’nin öğretisinde düşünsel gelişim ve Necati Mert’in Mustafa’nın Karesi adlı öyküsünde nüfus hareketleri, toplumsal ve bireysel evrilmenin ayak sesleri…

 Bu blog birincil derecede kent ve insan konularını gündeme almak için yayına girdi. Bugün sunduğum bu yazı bu konuda tartışmasız kent ve insan bağlamında birey açısından etkileyici olmakla birlikte, asıl nüfus hareketlerini göstermesiyle öne çıkıyor ve bir öykünün bu konuyu bu açıdan sunması, ayrıca önem kazandırıyor bu öyküye.

Kırk Yıl önceki Mustafa’nın Karesi ile Necati Mert.
1.
“Madem bakamayacaktın karınla çocuğuna, neden ayrıldın babanın bağından? Şehre taşınırken bana mı güvendin? Karanlıkodaya girdiğin bir hafta olmadan ‘ağbi para’ diyorsun.”

Böyle başlıyor kırk yıl önce yayımladığım öykü. Bu öyküde ne var? Necati Mert’in yazdığı bu öykü neyin üstüne kurulmuş?

Mustafa’nın Karesi adlı öykü toplumsal eytişimi, karanlık odadaki fotoğraf basımı sırasında geriye dönüşler ve zihinsel akış örgüsüyle, içsel monologlarla okura sunuyor. Nüfus hareketlerini, toplumsal ve bireysel evrilmenin ayak seslerini orada, o karanlıkodada, içsel monologlardan kopan yankılar olarak işitiyoruz.

Nüfus hareketlerini de kapsayan bu sesler aslında nereden geliyor? Bağ, bahçe işleriyle geçinen, yeni gündemi oluşturan kesimlerin, kentlere doğru ilerleyen ayak sesleri nerede?

Yazarın genç bir adam olarak portresine baktığımızda ne göreceğiz!
Onlar aslında genç bir beyinde yaşamın izlekleri olan yankılardır. Onlar yazıya dönüşecek ve bir öykü çıkacak karşımıza. Pırıltılı bir algı merceği ile yapılan gözlem ve okuma genç bellekte iz bırakır. Yankı dediğim şeyler bunlardır ve fakat kişiye göredir ve özneldir. Daha önceki yaşamsal gözlemin üstünde, yakınında kendisine yer açan bu kez bir de okuma var.

Bu ikilinin üstüne kurulmuş bir öykü olmakla birlikte, geleceği taşıyor olabilen yaşanmışlığı da soluğuna katan öyküdür Mustafa’nın Karesi. Mehmet Veysel yazısında söz ettim.

Bu üçlemeyi sanırım ilk kez ben deniyorum. Bir sanat yaratısında geleceği taşıyor olabilmenin yanısıra, istenç ve içtenlik… Sıradan rastlantısal değil, istençle yapılan okumanın ve gözlemin genç yazarda bıraktığı izlerdir o karanlıkodadaki yankılar bir bakıma.

Yaşam deneyiminde, geleceği taşıyor olabilmek! İşte bunda bireysel içtenlik ve istenç de aranır.

Neden? Şundan; içtenlik ve istenç birer yetidir, evet.
2
Birincil tekil kişinin anlatım tekniği ile gelişen Mustafa’nın Karesi bu kadar değil.

Şöyle; a)kendisi için bireylik yolunun taşlarını döşeyen “Mustafa’nın Karesi” adlı öykü kişisini, düşündürme (kuram) kurgusu, ve.. b) bu kişiyi, ileriye dönük mantıksal bir çizgi boylamında (kılgı) eyleme sokma.. c) bunu anlatıcı, yansıtıcı bir sanat ürünü olarak (kurgu) yapılandırma.. d) ve sağlam güvenilir bir anlatımla (dil, sözdizini) yazım.. g) ve bunu belli bir kesimin ortak tutum ve davranışı (eytişimci birlik) olarak kamuya sunma.. tümü bir yazar için kapsamlı bir arkaplan çalışması, birikimi de ister, bekler.

Çünkü geleceği, istençle ve içtenlikle taşıyor olabilmek buradadır.

Heraklietos, Sokrates ve Platon’dan sonra, Aristoles in gözden düşürdüğü eytişimi, ustaca kullanan ilk düşünür, öznel düşüncecilik okulu kurucusu Fichte’dir.
Onun öğretisinde; ‘eytişim, düşünsel gelişmenin biçimidir’ ve yine ona göre, ‘bilgi, karşıtlıkları aşarak oluşur.’ “Ben’im bireyliğimin kökü, ben’i başkasına bağlayan bağla belirlenmiştir”der. *

Mustafa’nın Karesi’ndeki kişi, baba ocağında bir anlamda tarım işçisi, ırgat konumunda yaşar. Nasıl olursa olur, kırsaldaki baba profili, kentteki işveren fotoğrafçı profili ile yer değiştir.

Olayı harçlık artırma isteyen oğul başlatır: “Baba sen daha iyi bilirsin. Daha iyi düşünürsün. Ama. Bak diyeyim sana.. hak vereceksin sen de. On beş lira yetmiyor baba. Beş liracık artırsan, demişti.”

Babanın ‘beş liracık’ artırmadığı harçlık olayı, grev ya lokavt öncesi işçi/işveren görüşmelerini çağrıştırır. Bu nirengi noktası üzerine ortaya çıkar uyuşmazlık. “Ulan dürzü; yiyecek benden, giyecek benden.. hem karına, hem sana, hem veledine… Yorulduğun yere saray mı yaptırayım.”

“Yok baba. Haşa! Hani Hasekilerin Rıdvan var ya.. /../ şehre inen.. fabrikaya yerleşen…”

“Defol öyleyse şehre. Ben fabrika değilim. Çok verip azdıramam. Geleneği bozamam.”
Mustafa’nın kente göçerek haftalıkçı işçi oluşunun resmidir bu. Fotoğrafçılık termini olarak kullanılan, bu resmin bir de arabı var.

Bu kez: “Şehre taşınırken bana mı güvendin,” sözleriyle, (düşünsel gelişimi tamamlayan) şöyle ki, onu başkasına bağlayan bağ, işverenin tavrı açığa çıkar.
Bu kadar dar bir alanda, rakip oyunculara top kaptırmadan koşmanın zorluğunu, diyalektik ve sarmal döngüde, nasıl aynı şeye bağlandığını Mustafa karanlıkodada, ilaçlı suda yüzen fotoğrafın arabına bakarken düşünmeye başlayacaktır.

“İyi ki de kovdun da geldim şehre,’ diyemedi. Yüreğindeki iki dünya karman çormandı. ‘Ne bağ ne şehir, ne baba ne patron,’dedi söndürdü ışığı.”

Karanlıkodada, önündeki fotoğrafın arabına dalıp giderken Mustafa, öykünün sonu gelir.

Öykünün belkide sonu değil, sadece ilk perdesi çekilmiştir. Sahne açıldığında, ikinci perdeyi hangi nesneler ve şeylerle şekillendirir… buna aradan geçen kırk yıl sonra Necati Mert yanıt verebilir.
(Sürecek)

Sevgi, içtenlik…

Tekin SonMez, 27 Şubat 2012, Stockholm

(*) Aktaran, Felsefe Ansiklopedisi, Orhan Hançerlioğlu

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *